Bomba dedektörünün medeniyetle sınavı

 

BOMBA DEDEKTÖRÜNÜN MEDENİYETLE SINAVI
explosive-detector-250x250

 2011 yılının yaz aylarıydı. ABD’ye eğitim için geldiğimin üzerinden tam 5 yıl geçmişti. ABD’de tahsil yapmak için gelen bir hekim olarak , en başından hiç de hesaba katmadığım bir durum olan vatan hasretinin varlığını ağır ağır hisseder olduğum günlerdi. Uzunca bir süre sonra ülkeme ayak basacaktım, çok heyecanlıydım. ABD Türkiye yolculuğu, benzer uzaklıktaki pek çok yolculuk gibi bir çiledir, çeken bilir, yolun uzunluğu, aktarmanın kaçınılmazlığı, saat farkının hiçbir şey olmamış gibi davranabilmenizi imkansız kılacak derecede fazla olması gibi birçok sevimsizliği vardır. Havalanlarında sağa sola bakarak, kimi zaman insanları inceleyerek, kimi zaman pili biten telefonun bilgisayarın şarj edileceği bir priz aramakla, bir miliamper elektriğe muhtaç bir şekilde dolanarak yorgun bir umursamazlıkla, kimi zaman tüm ama tüm havaalanlarında tuvaletlerin sayısına denk olarak bulunan demirbaş atıştırma lokantaları olan McDonald’s ya da Burger King’i görünce , yemek saati gelen kedinin duvarlara sürünmesine benzer hareketler yapmakla  geçer durur zaman.  O gün de bu sevimsiz yolculuğun tüm sevimsizliklerinden nasibimi almış olarak İstanbul Atatürk Havalimanı’na vardım. İzmirliler için çile yine bitmez. İstanbul’dan bir son seferiniz daha kalmıştır.

İzmir’e varmak için saatleri sayarken, geç saatte biraz da tenha yakaladığım Atatürk Havalimanı Yurt İçi Hatlar Terminalinde bir ihtiyaç molası ve dinlenme için kendime bir köşe arayadururken, hiç boş yer bulamayıp, dış kapıya yakın olan büyük silindir bir kirişin arkasında, özensizce yerleştirilmiş, bir ikiz koltuk görüp, oraya çöküverdim. Yanımdaki koltukta da bir başka vatandaşın o küçük koltuğa sığabilmek için verdiği çabayı farketmemek mümkün değildi. İtiş kakış, sınır ihlalleri, öfleyerek püfleyerek verilen “notalar”, bakışlarla verilen “diplomatik uyarılar” yardımıyla daracık yerde huzurumuzu korumaya çalışıyorduk. Bir süre sonra ben vakti nasıl geçireceğim diye hayıflanırken, çantadan bilgisayarımı çıkardım ve İstanbul’a kadar şarjı tükenmiş olan  bilgisayarı çalıştırabilmek için bir elektrik kaynağı ararken, oturduğum koltuğun dayanmış olduğu kirişin dibinde iki adet priz gözüme çarptı. Bir de ne göreyim.   2 adet prizin ikisi de dolu olunca çaresiz yanımdaki vatandaşa ağlayan gözler ile baktım ama yaklaşık bir saattir devam eden “sınır çatışmamız” nedeniyle diplomatik bir kriz yaşıyorduk ve priz meselesini müzakere etmek için göz göze dahi gelme şansımın olmadığını anlayınca, prizlere bir kez daha dikkatli bir şekilde baktım. Anladım ki, yalnız bir tanesi yanımdaki beyefendiye ait, diğeri ise başka bir yere doğru gidiyor. Çaresiz, kabloyu takip edince hemen yanımızda bulunan şekerci standının yanına yerleştirilmiş mikrodalga ya da televizyon kutusuna benzer,  kapısı kapalı büyük bir ayaklı metal sehpa gördüm. İçimden “Bu kadar acayip bir yerde, ayak altında duran bu saçma kutu  olsa olsa şekercinin televizyonudur” diyerek, kablosunun fişten çektiğim gibi benim dizüstünü fişe taktım ve hiç olmazsa vaktimi daha verimli geçirebileceğim için biraz keyifenerek uçağın geliş saatini beklemeye başladım.

Gece yarısı olmuştu. Yanımdaki vatandaşın gürültülü bir şekilde ayağa kalkması beni de uyandırdı, içimden “meğer kestiriyormuşum” diyerek bir panikle uyandım, halen uçağımın kalkış saatine epey olduğunu hatırlayıp şöyle derin bir iç çektim ve tam bilgisayarımı da uykudan uyandıracaktım ki kulağımın dibinde gürleyen otoriter bir ses ile irkildim.  Yanımda yaklaşık 1.80 boylarında yapılı bir Türk Polisi öylece dikilmiş bana öfkeli gözlerle çıkıştı :

–          Bu fişi sen mi çıkardın?

–          Evet, ne var?

Memur, sinirli bir şekilde benim bilgisayarın fişini prizden çıkarıp diğerini yerine takarken, söylenmeye devam ediyordu.

–          Yapma be kardeşim, kapıdaki bomba dedektörünün fişini çıkarmışsın, ne zaman çıkardın bunu ?!!

–          Hay Allah memur bey,  vallahi bir kaç saat oldu, bilemiyorum, çok özür dilerim, bilmiyordum.

–          Nasıl bilemiyosun ya, olur mu böyle şey ya, sormadan ne çıkarıyosun fişi ya, olmaz böyle şey ya, olmaz böyle sorumsuzluk ya !!!

Söylenmeye devam eden memur uzaklaşırken, “iyi de memur bey, bomba dedektörünün yolcuların oturdukları koltuğun prizlerinde ne işi var?”  cümlesi boğazımda düğümlenmişti, onca saat bomba dedektörü çalışmamıştı, yeni mi fark edilmişti? Ya o zaman aralığında uçan uçaklardan birine bomba sokulduysa diye düşünürken, tamam dedim, şimdi gelip beni tutuklayacaklar, doğru karakola götürecekler,  bütün uçaklar iptal edilecek , büyük bir kriz çıkacak” şeklinde başlayan anksiyete atağından felç olmuş,  donakalmıştım.

Merak etmeyin, o gün kimse beni tutuklamaya gelmedi…

Uygar medeniyet mi o da ne !

2006 yılından beri ABD’de uzmanlığı da takip eden eğitim süreci boyunca değişik bölgelerde bulunan ve farklı kültürlere sahip olan 4 ayrı eyalette lisanslı olarak psikiyatri pratiği yapan bir hekim olarak toplumun yapısı hakkında da çok önemli ipuçları elde etme fırsatını yakaladım. ABD’de psikiyatri pratiğinde çok yaptığımız uygulamalardan birisi psikiyatrik hikaye alırken rutin olarak kişilerin eğitim durumunu sorup, mental durum muayenesi çerçevesinde de bazı basit genel kültür soruları sormaktır. Bu sırada kişinin kaç yıl eğitim aldığını ve örneğin Kanada’ya hangi yönden gidilebileceği bir önceki ABD başkanının kim olduğu gibi soruları sorarız çünkü bu tip sorular psikiyatrik formülasyonun bir parçası olabilirler.   Bu süreç içinde beni çok şaşırtan yanıtlar almışımdır. En başta söylemeliyim ki, ABD’de “üniversite mezunu” yanıtı almak çok nadirdir. Populasyonun önemli bir kısmı ya lise mezunu ya da liseden terk durumundadır. İnsanların önemli bir miktarının da Kanada’ya hangi yönden gidileceğini bilmediğine, doğduğu eyaletten başka bir eyalete hayatı boyunca gitmeyenlerin varlığına şahit oldum. Bütün bunlar özellikle ABD’deki yaşamımın ilk yıllarında dünyaya birçok konuda liderlik eden bir Batı uygarlığının anatomisini anlamaya çalışırken, bir yandan da bu gibi durumlardan yola çıkarak bu kültürü olduğundan daha aşağı görme eğilimine neden oldu biraz da. İçimden  “Şu ise bak , adam daha ABD’nin coğrafi durumunu bilmiyor” gibi eleştirilerle, ilk yıllarda toplumu bireylerden yola çıkarak  değerlendirmekte biraz acele ettiğimi sonradan idrak edecektim.

Bu süreç , takip eden yıllarımda başka önemli başka birkaç noktaya olan dikkatimi vermeme yol açtı. Kanada’nın ne yönde olduğunu bilmeyen o “cahil” kişiler de dahil olmak üzere hiç kimsenin bomboş bir yolda dahi kırmızı ışıkta geçmediği dikkatimi çekerken, bir kişinin iş rütbesi ne kadar aşağı olursa olsun, hiçbir konuda kimseye ayrıcalık yapmadığı gerçeğini giderek daha fazla yaşamaya başladım.  Trafikte kimsenin bir şeride iki araba sığdırmaya çalışmadığını, ya da arabanın camından dışarı çöp boşalttiğını görmedim. İstisnasız tüm sıraların  aradan girmeye çalışanlar olmadan da beklenebileceğini, mağazalardan alınan malların iade edilebilme hakkının istismar edilmeyerek de kullanabileceğini gördüm. Bu ve bunun gibi Türkiye’de hiç görmediğim toplumsal davranışların, hayatının ilk 26 senesini Türkiye’de, son 8 senesini  başka bir kültürde yaşamış olan birisi olarak yeni bir değerlendirme yapmamı zorunlu kıldı.

Çok okul okumak yeterli mi ?

Kanada’nın ne yönde olduğunu bilmeyen, ortaokuldan terk, 3 erkekten olma 3 ayrı çocuğa Baltimore’un gettosunda bakmaya çalışan, hayatı kaos içinde olan bir madde bağımlısı kimse görmeyeceği halde kırmızı ışıkta neden duruyor, ya da yayalara neden yol veriyor, bilet kuyruğunda neden sırasını bekliyor sorusu ve batı kültürünün tüm olumsuzluklarıyla beraber bu toplumsal fenomeni nasıl başardığı sorusu aklımı ciddi şekilde kurcalayan gerçeklerden birisidir. Önceleri bunun sadece cezaların ağırlığı ile açıklanabileceğini düşünmekte idim. Halbuki hiçbir şekilde yakalanma riski olmadığı durumlarda dahi toplumdaki bireylerin yine de bazı kurallardan taviz vermediğini ve bu toplumun bazı kurallara olan sadakatinin nasıl başarıldığını  ve günlük hayatta kümülatif bir değer, iş hayatında kümülatif bir iş ahlakı haline nasıl getirildiğini analiz etmenin o kadar kolay olmadığını düşünmekteyim. Eğer uygarlık denen soyut edinimler bileşkesi toplum için birden farklı perspektiflere sahipse, ki öyle olduğuna şüphe yok, bunun sadece formel eğitimden ibaret olamayacağı önermesi de güçleniyor.

Evrensel değerler nasıl kazanılır?

Şüphesiz yanıtını vermek için çok birikim gerektiren zor bir soru  ve bu satırların yazarı ancak fikir yürütecektir. Ancak evrensel değerler diye başlayan tüm başlıklarda akıl yolunda buluşulması da tesadüf değildir. Tüm dinler ortak değerlerden bahseder. Tüm ahlak kuralları özüne inildiğinde birbirine benzerdir.  İnsan hakları dünyanın neresinden tutarsanız tutun aynıdır. Bunlar neden tesadüf olsun zaten, anadan doğan insanoğlunun temel istekleri ve ihtiyaçları hep aynıdır. Dahası tüm canlılar için bile benzer bir iddia ileri sürülebilir. Başkalarının hakkına saygı, kuralların bu çerçevede faşizm olmadan uygulanması, dinin Tanrı ile kul arasına sınırlanması,  dogmatik bir baskı aracı olarak kullanılmaması ve bilimsel ilerleyiş ile çatıştırılmayacak yüksek ruhani bir noktada benimsenmesi ve uygulanması,  toplumdaki yüksek adalet seviyesi, güç sahibi olanlardaki merhamet seviyesi, bireylerin  sınırsız ifade özgürlüğüne ve eğitim hakkına sahip olması, herkesin evinde ve sokakta huzur içinde güvenli olarak  tüm insani ihtiyaçlarının karşılabildiği, bunu bilimsel değerlerin en üst seviyede uygulandığı bir sosyal platform üzerinde yapabilmesi gibi bazı rasyonel değerleri yan yana koyduğunuz zaman evrensel olarak bir yüksek bir medeniyetten söz edebileceğimizi düşünmek herhalde  gerçeği ıskalamak olmaz. Bütün bu değerlerin kazanılması için geçirilmesi gereken sosyolojik evrimin istikameti nasıl belirlenecektir, ve bunun için nereden başlamak gerekir, işte büyük uzmanlık ve birikim gerektiren nokta da belli ki işin bu kısmıdır.

Mustafa Kemal Atatürk ve Devrimleri

Toplumumuzu nasıl değiştirebiliriz, ve uygar seviyeye ulaştırabiliriz sorusunun yanıtını birey olarak arayadurarken, kişisel olarak en fazla benimsediğim tavır, bilinçsiz olarak benimsenen bir “Batı Hayranlığı”ndan uzak durarak, Batı Uygarlığı’nın işleyiş şifrelerinin çözülmesi için yukarıda bahsettiğim rasyonel ve evrensel insani değerleri hedeflemek olmuştur, ki bu yoldaki çelimsiz bireysel çabalarım sırasında çıktığım her yolda, girdiğim her kavşakta, aklın yolunu takip ederek yaptığım her sentezde, Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirlerinin ve medeniyet modelinin ne kadar üstün ve ilerici bir model olduğunu görmekle bu insanın düşüncelerini olan hayranlığım artıyor, ve okullarda Atatürk başlığı altında ezberletilenlerin her geçen gün daha gerçeğe dönüşmesine neden oluyor.  Atatürk gücenmesin ama Türk Halkı’nın ortak aklı, 1923’de kendisine verilen bu değerin özütünün aslında ne olduğunu halen tam olarak kavramamış olabilir diye bir şüphe içindeyim,  ama inancım odur ki Türkiye bütün evrensel parametrelerde, şekilde de görüldüğü gibi, birer birer dibe vurduktan sonra bunu anlayacak ve Mustafa Kemal Atatürk’e ve devrimlerine ama bu sefer ezberlerini bozarak ve kavrayarak yeniden sahip çıkacaktır.  İşte o günler geldiğinde büyük potansiyelleri içinde barından dünyanın ilk medeniyetlerinin doğum yeri olan Anadolu’yu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni hiç kimse tutamaz.

Ulaş Mehmet Çamsarı, 26 Ocak 2014, Jacksonville, Florida, A.B.D.

 

 

Leave a Comment

Your email address will not be published.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

2 Trackbacks